18 Aralık 2011

can taşımıyor mu?

ben bu yazıyı bugün, mısırdaki protesto yapan halktan biri olan o kadının göğsüne acımasızca tekme atan o polise yazıyorum.

senin eşin var mı? kardeşin, ablan, annen var mı? çünkü eğer yoksa ancak bir insan bir insana bu kadar şiddet uygulayabilir. ama hayır var ise demek ki çok zorlu bir çocukluk ve ergenlik dönemi geçirdin... aldığınız polis eğitimi acaba size insanlara karşı zalim olmayı, elinizde silah varken kraldan çok kralcı olmayı, insanları öldüresiye dövmeyi mi kapsıyor? can taşıyor ya o insan! hayvan bile olsa can taşıyor! insanlara ceza uygulaması olarak onları hapse kapatmamalıyız; böyle suçlara, böyle davranışlar sergileyen insanlara aynı davranışları sergileyerek çektirdikleri acının nasıl bir şey olduğunu yaşatmalıyız diye düşünüyorum. evet, bu konuda faşistim.

ben bu yazıyı türk polisine de yazıyorum. sanki sizin bir farkınız var! esasında siz onlardan çok daha kötüsünüz. onlar en azından daha bilinçsiz, türkiyeden daha geride görülebilecek bir toplum. siz yıllarca eğitim aldığı halde adam olamamış hayvanlardan oluşuyorsunuz. doğruyu söylemek gerekirse izmirdeki dövülen kadını göz önüne getirince, siz mısır polisinden de kötü, mısır polisinden de fazla "yatacak yeri olmayan" insanlarsınız.

sözüm meclisten dışarı yada istisnalar kaideyi bozmaz gibi sözler söyleme ihtiyacı bile duymuyorum.



ayrıca ben bu yazıyı afganistandaki amerikan askerlerine de yazıyorum. kahkahalar eşliğinde odaya getirdikleri bir koyunun kafasına beyzbol sopasıyla vurarak, hemde defalarca vurarak öldüren o orospu çocuğu askerlere yazıyorum. nerde kaldı barış gücü? nerde kaldı olayları düzeltme savaşı? yapabildiğiniz bu mudur? evet budur. o hayvan can taşımıyor mu? evet taşıyor. peki siz can taşıyor musunuz? hayır taşımıyorsunuz. eğer sizler can taşıyor olsaydınız, kafanıza inecek bir beyzbol sopası sonucunda nasıl acı çekeceğinizi, ölüme nasıl merhaba diyeceğinizi biliyor olurdunuz. dövülerek öldüğünüzü düşünebilmek, adım adım ölüyor, aldığınız her darbeyle sona nasıl yaklaştığınızı biliyor olurdunuz.


ben bu yazıyı bir de brezilyada çocuğunun önünde ufacıcık bir köpeği döven, yerden alıp duvarlara fırlatan, çocuğunun önünde tekmeleyerek ölümüne sebep olan kadına yazıyorum. sana kadın diyorum, anne demiyorum. çünkü sen anne olabilecek bir varlık değilsin. o çocuğun karşısında bu şiddeti uygulayarak nasıl bir psikopat yetiştirmek üzere olduğunun farkında değilsin. sen hırpaladığın, dövdüğün, yerden yere vurduğun o ufacıcık köpeğe ne acılar yaşattığının farkında değilsin. hiçbiriniz acının farkında değilsiniz.


bugün günlerden pazar. ufak çaplı bir blog yazarıyım. genelde gündelik, komik olayları, gözlemlerimi yazmayı tercih ederim, ama bugün bunu yapamadım. sabah haberleri, gazeteleri okumak istediğimde karşıma çıkan görüntüler sonrasında zaten nefret ettiğim insanlardan bir kez daha nefret ettim. bu kadar mı vahşi olundu? bu kadar mı cani olundu? zarar vermek, herhangi bir canlıya acı çektirmek bu kadar mı yaygın oldu? peki ya öldürmek? pazar sabahına güzel başlamamız gerekmez miydi? belki de recep ivedik filmlerinde çok güldüğümüz replik bir kez daha hepimizin beyinlerine kazınmalı:


"eğer onlar insansa ben hayvanım!"

17 Aralık 2011

zalım kader!

"hay ben sokiim böyle kadere" demeyi eksik etmeden bir cumartesi sabahı daha hayatımda hiçbir şeyi farklı kılmayı başaramadan kalkıp ofise geldim. hele bu sabah daha da zor geldim yani.. sıcacık yatak bırakılır mı a.q. cem karacanın parçasını kulağımda duymaya başlıyorum artık "işçisin sen işçi kal..."


geçen sene bu zamanlarda konser çağrısı hakkımı üstad Moby'den yana kullanmıştım. "keşke gelse de dünya gözüyle doyasıya bir izlesek" sözlerimi daha dün gibi hatırlıyorum. ve dünyanın karma felsefesiyle bana yaptığı kıyak sayesinde yazın ön sıradan Moby konserimi... muhteşemdi ne diyeibilirim ki.. kaçıranlara yazıklar olsun. bu seneki konser çağrısı hakkımı Daft Punk ve Madonna'dan yana kullanıyorum ve bu yazıyı evrene bir mesaj olarak boşluğa gönderiyorum. eminim sesimi duyan birileri çıkacaktır.. yazın bari birinden birini getirin lan sevaptır!


3 gündür işe topuklu ayakkabıyla geliyorum. vurmayan, ağrıtmayan bir topuklu ayakkabıya sahip olmak harika bir duygu. bir başka "harika duygu" ise erkeklerin topuklu ayakkabı giymiş bayanlara bakışlarındaki farklılığı görmek. ahh bu erkekler olmasaydı ne yapardım ben bilmiyorum...  günümü güzel kılan, her daim beni eğlendirebilen varlıklar... 7'den 77'ye hepiniz aynı bokun sarısısınız; seviyorum hepinizi. toplu taşımaya binen topuklu ayakkabılı hatuna bakışlardaki farklılığı benim gözümden görebilmenizi isterdim. duruşlar değişiyor, bakışlar farklılaşıyor, kızı kesebilecek daha iyi bir konum seçiliyor. %90 çoğu erkekteki tipik özellikler. Sezen ablamız zamanında boşuna söylememiş "hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar davetkar çalamaz" diye.  üstüne söylenebilecek tek söz "adam haklı beyler; dağılın!


topuklu ayakkabı giymiş, hafif güzel bir bayanın erkeklere yaptıramayacağı şey yoktur. toplu taşımada oturabilirler, minibüste para uzatmak için ayağa kalkmalarına gerek yoktur, herhangi bir konuda yardım istediklerinde fazlasıyla karşılık bulabilirler... daha saymakla bitmez.. ama tersini düşündüğümüzde kadınlar için öyle mi?


diyelim ki bir toplu taşımaya yakışıklı, takım elbiseli bir erkek bindi. kadın yer vermez. kadın ayağa kalkıp onun parasını uzatma çabasına girmez. erkek bir yardım istedi diye kendinden geçmez. hangi taraf daha ezik? doğruyu söylemek gerekirse eşite yakın gibi bence.erkekler, yavrularım..metanetsiz, koşulsuz canlılar.. iyi ki varlar...


peki ya güzel giyimli bir kadına diğer kadınların bakışına ne demeli? yeminlen ben erkeklerin bakışlarından daha az rahatsız oluyorum kadınlar beni süzdüğünde! fitne, fesat, kıskançlık...ferhundeeeğğ yılağğnn!! siktirin gidin yani! insana başka söz söylettirmiyorsunuz. madem o akdar bakıyorsunuz, engelleyen yok; sizde giyinin, kuşanın.. ama bilin ki yine de yanımdayken solda sıfır kalıcaksınız!

12 Aralık 2011

müsait bir yerde lütfen.

bugün günlerden pazartesiydi. benim okul günüm. izin günüm demiyorum bakın; okul günüm. insanın izin günü rahat geçirdiği, dinlendiği, işlerini hallettiği, arkadaşlarını gördüğü sevimli bir gündür değil mi? işte benim için henüz öyle günler yok...


bugün pazartesiydi, sabah yine erken kalktım, sabah yine duş aldım, sabah yine kadıköye gittim, sabah yine keyfim piç oldu... normalde pek sevgili arkadaşlarımdan biri ile okula gittiğim için iett araçlarını kullanma ihtiyacı duymuyordum. ama bugün tek kaldım, bir başıma kaldım, yalnız kaldım. ve o kritik kararı aldım; ben bugün okula E-10 ile gitmeliyim! adama "manyak mısın" diye sorarlar. "hayırdır kendine heyecan mı arıyorsun" diye sorarlar. nitekim heyecanımı buldum da, bir nevi bela kıvamında.


size biraz E-10'dan bahsetmek istiyorum. Okan Üniversitesi öğrencilerinin zengin olmayan, burslu okuyan kesimi için E-10, okula ulaşım aracıdır, onların servisi, onların özgürlüğü, onların kıymetlisidir. E-10 normalde sabiha gökçen havalimanı aracıdır fakat yoğun istek üzerine okan üniversitesine de uğraması sağlanmıştır. daha sonra bu aracı çok fazla kişinin kullanması üzerine izdihamlar yaşanmasıyla beraber sefer sayısı artmıştır, fakat körüklü araç kullanılmadığı için artan bu sefer sayıları da bir sikime yaramamıştır. verilen dilekçeler, aranan müşteri hizmetleri nafile, iett kendi bildiğini okumuştur hep... 


bugün pazartesiydi. sabah kadıköye gittim, E-10 sırasına girdim. zaten o noktada sıranın uzunluğunu görünce oturamayacağımı anladım. otobüsün kapıları açılmadan önce kendimi nereye istiflesem diye düşünmeye başlamıştım bile. dedim ki içimden; "madem ayakta kalıcam, büyük ihtimalle bu otobüs çok dolucaktır. salak saçma bir yerde durup kendimi rezil etmeye gerek yok. öncelikle totoyu sağlama alıyım. ortada da kalmak istemiyorum, o zaman cam kenarında bir yerlere konumlandırmalıyım kendimi." düşünceleri geçti. otobüsün kapıları açıldı, sıra yavaş yavaş içeriye ilerledi ve ben bindim.


orta kapının oraya gittim, sırtımı kapının arkasında oturanların önündeki cama yasladım ve konumumdan gayet memnun bir şekilde binenleri izlemeye başladım. yaklaşık 5 dakika sonra araç hareket etti dolu bir şekilde. E-10'u kullananlar bilirler, okan üniversitesine ulaşana dek yaklaşık 20-25 durak vardır ve bugün günlerden pazartesi, önünde okan üniversitesine gider yazılı aracımız tüm duraklarda durdu. 


içeride abartmıyorum 120-130 kişi halinde üniversiteye geldik. yolculukta yaşananlar, gençlerin şöföre isyanları, şöförün önden binilebilecek yer kalmadığı için her seferinde arka kapıları açması üzerine kendinden geçen gençler... otobüsten inmeden önce en son burnum bir kızın omzunda, göbeğim şişman bir çocuğa dayanmış, ellerimi koyacak yer bulamamış ama sırtım cama yaslı halde totoyu sağlama almış bir vaziyetteydim. yanımda komik bir çocuk vardı, en son arkadaşlarına küfür ediyordu ki haklıydı çünkü onun durumu benden de kötüydü. ben o küfür ettikçe gülüyorum, bir yandan da salak görüntüme kahkaha atıyorum. istanbulda yaşadığım süre içerisinde en kritik toplu taşıma deneyimlerimden biriydi.


sadede gelmek gerekirse. bu gençlerin hali harap! iett eğer bu hatta körüklü araç koymamakta ısrarlıysa; bence otobüse binerken kesinlikle kızlara ertesi gün hapı, erkeklere de prezervatif dağıtmalılar. dar alanda kısa paslaşmaların başka bir açıklaması olamaz diye düşünüyorum. hamile kalınsa kalınır yani o derece bir durum söz konusuydu araçta. madem ki çıkar yolu olarak körük koymuyorlar, bence benim fikrim herkes için en iyi çözüm olacaktır. 


bir sonraki kullanıp kullanmama konusunu çok düşüneceğim E-10 seferini her gün kullanmak zorunda olan arkadaşlarıma hayatta başarılar diliyorum. her şey gönüllerince olsun. onları üzmeyin, aksine sevin. mağdurdur onlar, hakları yenilmemelidir. iyi geceler.

11 Aralık 2011

metrobüsteki ağlayan çocuk benim!

bir derdim var dinleyin ey gökteki yıldızlar... ya bu hülya avşarı napıcaz bilmiyorum. akşam akşam sinirlerimi hoplattı resmen. salak kadın kıskandın da mı eledin neylan ve serhatı?! yanlış kararlarınla sana başarılar diliyorum yarışmada nasıl olsa mustafa sandal yada hadisenin elemanlarından biri birinci olucak...


ya bu toplu taşımalardaki ağlayan çocukları napıcaz biri bana söylesin. bir bebek bindiği duraktan indiği durağa kadar ağlar mı arkadaşım?! hayır ailesine de yazık, anlıyor onlar da üzerilerindeki nefret bakışlarını ama çocuk susmuyor; anlasalar ne çare? bir de etraftaki teyzeler var çocuğu susturabilmek için şekilden şekle giren.. çocuğun yerinde olsam bende susmam onların o tiplerini görünce; haklı bir noktada veletler de.


bu yeni biscolata reklamı çıktı mertlik bozuldu valla. hayır erkeklere yazık onu anladık da bize de yazık yahu! önümüze koyuyorlar ispanyolu, italyanı, fransızı; sonra gel elimizde bunlar var diye karşımıza çıkarttıklarına bak. adalet mi senin yaptığın kader? zalım kader.


bu sabah metrobüse herzamanki gibi en ön kapıdan binip arkaya doğru artistik yürüyüşümü yaptım. karşılıklı olan koltuklardan birinde boş yer bulup oturdum, gözlüklü şirin bir abimizin yanına. çizgi roman okuyordu bu şirin abimiz, pek hoşuma gitti. bende severim çizgi roman ve az kişi sever böyle şeyleri, sabah sabah görmek güzel oldu. karşılıklı koltuklarda koridor tarafında oturmak çok zordur. camdan dışarıya bakmaya çalışsan yandaki ona bakıyorsun sanar, ileriye doğru baksan karşındaki onu izliyorsun sanar. napıcağını şaşırırsın, sende huzursuz olursun. tek çözüm önüne bakıp salak saçma bir yolculuk geçirmektir. zordur zor.. üstesinden gelemez herkes.. 


aynı anda hem çok yaramaz hemde çok yılışık bir bünyeye sahip bir kedim var. oyun sırasında her yeri yakıp yıkabilen ama uyku zamanı koynumdan başka yerde uyuyamayan bir mahluk. yaramazlık yaptığında kızıyorsun sonra yılışınca kızmana lanet okuyorsun. evdeki yalnızlığıma eşlik etmesi çok güzel ama, bir yerden hayatıma girmiş olması güzel..


sıkındı kötü şey gençler aynen şuan olduğu gibi. haydi selametle.

10 Aralık 2011

Şöför bey, Üşengeçlik, İstikamet KOMBOSU

dün sabah güne gitmek için erken saatlerde yola çıkmış kokona teyzeler, bu sabah ise anlamsız insan topluluğu. iki sabahtır işe gelirken garip garip insan profilleri görüyorum metrobüste. ama en iyisi dünkü teyzelerdi. 


istisnaları olayın içine katmadan düşündüğümüzde, +40 yaş kesimine ait insanlar genellikle toplu taşıma araçlarında ön kapıya yakın yerleri seçerler. bunun nedeni kesin olarak bilinmese de, benim görüşüm arkaya doğru ilerlemeye üşenmeleri, 'şöför bey'e yakın olma istekleri, ve gittikleri istikameti görme çabalarından oluşan bir komboyu içeriyor. ee hal böyle olunca dün sabah hızlı adımlarla ön kapıdan içeri atladığım metrobüsün arka koltuklarına doğru artistik yürüyüşümü yaparken ufak çaplı bir sarsıntı yaşadım: arka taraf full kokona teyze kaynıyor! süslenmiş, püslenmiş, takmış, takıştırmış sabah 9'da yollara dökülmüşler. "manyak mısınız lan siz?" diyemedim ama bunu surat ifademle kendilerine ilettim. sağolsunlar her yere de oturmuşlardı, tüm yolumu ayakta gittim...


son bir haftadır havalar allak bullak olmuş halde. güzel mi olsam yoksa insanların ağzına mı sıçsam edalarıyla değişkenlikler içerisinde... bir sabah uyanıyoruz dışarıda kıyamet kopuyor, ertesi sabah uyanıyoruz günlük güneşlik bahar havası! bahçemdeki kediler bile şaşkınlık içerisinde mart geldi zannedip naralar atarak dolaşıyor; hayvanlara da yazık cinsel hayatları allak bullak oldu!
günler böyle saçmalamaya devam ederken işe bir gün şemsiyeyle gelirken ertesi gün güneş gözlüğü takmak zorunda kalıyorum. güneş gözlüğü kullanmayı yalan yok çok severim ama sevmemin dışında güneşli havada gözlerimi açamayıp kısmak zorunda kalışım ve bu nedenle de yüzümdeki kırışıklıkların artıcak olması bilimsel sebep olarak açıklanabilir (!). son 1 haftadır güneşli günlerin hepsinde sabahları işe gelirken güneş gözlüğü takıyorum ve erkekleri gözlemliyorum.


bakışı değişiyor adamların. duruşları değişiyor, yakınımda olma çabaları yada beni kesebilecekleri bir noktada konumlanma çabaları. bir güneş gözlüğü nelere kadir! ama şunu da inkar edemem ki adam güneş gözlüğü takmışsa daha bir hoş görünür gözüme... sadece benim gözüme de değil tüm kızların gözüne böyle görünüz; gözlüklü kızların erkeklere öyle göründüğü gibi... neyse uzun lafın kısası güneş gözlüğü her mevsim insana iş yaptırıyor, yeni kapılar açtırıyor... önümüzdeki maçlara bakıcaz bakalım bize ne gibi yeni kapılar açtırıcak; hayırlısı..


son bir konuya da değinmek istiyorum ki bugünümün çok özel, üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm, biran önce el atılması gereken meselesi... abicim sizin o kel kafalarınızın şekilsiz, biçimsiz, töbe estağfurullah göte benzeyen hallerine sıçiim ben! abicim jön türkler gibi giyinmişsiniz ne güzel, takımları çekmişsiniz janti janti elinizde iş çantanız biniyorsunuz metrobüse. önden binişinizi ilk gördüğümüzde aklımızdan geçen "uuww beybe gizli hardcore porno artisti gelmiş"... sonra o biçimsiz kel kafanızın o biçimsiz halini görüyoruz ya; iğrençsiniz lan! çirkinsiniz abilerim yapmayın öyle şeyler. anladık saçlarınız dökülmüş, kendinize çıkar yol olarak kazıtmışsınız kafayı da; çok biçimsiz be kafanız da! ben ki kel erkek sevmem (erkekte ele gelir saç candır!), madem kafatasınızın şekli biçimsiz kendinize başka bir çözüm yolu bulun. bak benden bacı tavsiyesi... hadi bakalım ağır ağır arkalara doğru ilerleyelim şimdi, kapı önlerinde bekleme yapmayalım.

8 Aralık 2011

no haşhaş no vitamin!

eziyet içerikli dünden sonra, sakin bir bugün gerçekten de iyi geldi bünyeye. ben meğerse bilmiyormuşum yağmur yağdığında istanbulda toplu taşımaların ne kadar berbat olduğunu, insanların ne kadar hayvan olduğunu... boşuna demiyorum metrobüs yolculuklarım benim için muhteşem bir hayat okulu diye...
iğrenç bir gündü dün. ne yolculuklar güzeldi, ne güzel insanlar vardı, ne iş yerinde iyi bir gün geçirdim, ne de dönüş... allah kahretmesin o dönüşü! o yağmurda, metrobüs işkencesi çektiğime mi yanayım, çizmelerimin su aldığına mı yanayım, sinir harpleri geçirdiğime mi yanayım bilmiyorum... 


zincirlikuyuda bildiğin izdiham vardı. uzun zamandır ilk defa bazı insanları gerçekten de öldürmek istedim. insanlık sanki ölmüş, kalkan son gemiye binme çabaları içindeydiler. utanmasalar birbirlerini ezicekler, o derece hayvansal içgüdüleri dışarı vurmuş haldeydiler... işin boktan tarafı aptal çizmelerimin su alması! "lanet olsun ya, bu da mı yani" demekten başka bişey yapamadım içimden. cıbıl cıbıl gittim resmen eve! neyse ki akşam galatasaray feneri yendi de keyfim biraz yerine geldi...


bu sabah dünün aksine bir dinç uyandım ki anlatamam. hava da güzeldi ya; değmeyin keyfime. koştur koştur yetiştim 34A'ya; ön kapıdan bindim, artist yürüyüşümle arkalara doğru ilerledim ve körükte kendimi beklemeye aldım. tam karşımda bir amca oturuyor; elinde iphone, kulağında kulaklık, kot pantolon, deri ceket ama içinde yün hırka, gözünde güneş gözlükleri, iki kulağında da küpe, kirli sakallar ve kirli saçlar. amca dedim, sen nesin?! bildiğin 50-55 yaşlarında, hayatla bir alıp veremediği kalmamış, artist edalı, sanatçı havalı bir amca. saygıyla eğilmeyi ihmal etmedim tabii ki önünde. "ilerde kocam olursa yaşlandığında böyle karizmatik olsun yoksa boşarım o herifi" düşüncemi beynimden atamadın ne yalan söyliyim.
ahh bir de sabah Haluk Levent de bizimle yolculuk etti. Sanırım özel bir şirkette işe girmiş, takım elbiseli, jilet gibi traşlı bir halde yolculuk ediyordu o da... insanlar gerçekten de çift yaratılıyor. abimizdeki takım elbiseyi çıkartıp kot pantolon ve deri yelek giydirsek, bildiğin Haluk Levent diye yedirirdik tüm barlara...
dikkatimi çeken başka bir konuysa her gün o kadar yolculuk yapıyorum ama böyle karizması net belli olan tek bir hatun bile göremedim 6 haftadır. tabii ben hariç demeyi de ihmal etmiyorum burada. ama cidden toplu taşıma araçlarını kullanan hatunların potansiyelini düşük buluyorum; benden geçer not alamıyorlar.


saat 18.00 yaklaşık 1 saat sonra yeniden yollarda olucam. yağmursuz bir gün, eziyetsiz bir yolculuk demek. tüm takım elbiseli, uzun boylu, esmer, yakışıklı arkadaşları yolculuğuma davet ediyorum. etrafımı sarabilirsiniz ama mesafeyi korumayı bilmelisiniz. biliyorsunuz ki canımsınız, ciğerimsiniz o nedenle akıllı olun.

4 Aralık 2011

/((/&(^%'^!^'%+=)& (ağır küfür içerir)

bugün pazar. siz sevgili insanlar evlerinizde yada bu güzel havada dışarıda kahvaltı ederken ben kapalı bir yere tıkılmış haldeyim. bilgisayar başında, canı çalışmak istemez bir halde, hala yapması gereken işlere başlamamış biri.


sabah metrobüste yanımda bildiğin jön gibi bir herif oturdu. bir kez daha kendime hatırlattım ki; uzun boylu adamlara takım elbise çok yakışıyor. hele bir de esmer ise ve biraz da eli yüzü düzgünse; vermiycek kız yoktur diyebiliriz. arkadaş yanımda oturduğundan yüzünü göremedim tabii, inerken bakabildim sadece kısa bir anlığına. kendisine hayatta başarılar dileyerek yoluma devam ettim. 
dünden beri "Vicky Christina Barcelona" filminin müziklerini dinleyip kendimi ispanyaya hapsettim. ha mutsuz muyum? aksine şehvet doluyum. ne olduysa o gece rüyamda Javier Bardem'i görmemle başladı. tekrar gelmedi rüyama ama bir gecesi bile yetti. allah Penelope Cruz'a sağlık, sıhhat versin...


haftasonu ile haftaiçi metrobüs yolculuklarım arasında inanılmaz farklar olabiliyor. örneğin dün akşam boş bir 34A'ya bindim, ters oturmak zorunda kalmadım, rahat rahat yazacaklarımı düşünebildim. keyfimi kaçıran tek şey yanıma oturan kokarcaydı ki o da 2 durak takıldı çevremde...
bu sabah ilginçti ama, normalde pazar günleri aile ziyaretleri için erken kalkan aile bireyleriyle dolu olan metrobüs bu sabah ne alakaysa taş gibi adamlarla doluydu yani.. işin kötüsü çoğunu geç farkettim, kendilerinden faydalanamadan indim. birkaç gündür sabahları hava güneşli olduğu için gözlük takıyorum ve taktığım gözlük ne yalan söyliyim; güzelliğime güzellik katıyor. iyiki seneler önce almışım diyorum her seferinde. bu sabah gır gır gır gır giderken körükte birini gördüm, öylesine bakıyordum, adam başka yerlere bakarken bir anda beni farketti. önce kafasını çevirecekken tekrar bana odaklandı ve niyeyse şaşırdı. yüz ifadesi çok iyiydi, saolsun canım benim sabah sabah neşe kattı yolculuğuma...
mp3 çalarımın şarjını sonunda doldurabildim. artık insan seslerine maruz kalmadan, müzik eşliğinde sadece seyrederek yolculuk yapabiliyorum. ayrıca bir anda aklıma gelen ve yazmaktan kendimi alamayacağım bir şey daha var ki; annemin yemeklerini özledim amk yaa!

2 Aralık 2011

"benimle gel"

sonunda geldi. nasıl geldi anlamadık ama sonunda aralık da geldi. "kasımda aşk başka olur belki" dedik; bi sikim olmadan aralık geldi. aslına bakarsan tam da zamanında geldi. yani lazımdı artık gelmesi.. hezamanki gibi benim başıma yine inanılmaz olaylar gelmeye ve beni hayat konusunda sınamaya devam ediyorlar. işin ters kısmı alakasız anlarda sınanıyorum o koyuyor. halbuki gel akşam akşam sına beni sabah işe giderken ne işin var beni sınamayla!


sabah uyandım, hazırlandım, evdeki işlerimi hallettim, veletleri doyurdum ve çıktım. kot pantolon giydim bugün, altımda kahverengi botlarım, üstümde kahverengi deri ceketim, kolumda da kahverengi çantam. fena sayılmam, hoş görünüyorum kendimce... pastaneden simitimi aldım ilk gelen minibüse bindim. gıy gıy da gıy gıy gidiyoruz söğütlüçeşmeye doğru. kafamda bir ton düşünce, işte canım sıkılıcak biliyorum, dün gece içmişim miğde bulantısı kalmış...falan fişmekan bir yandan da kitap okuyorum. yarım saat sonra metrobüs ışıklarda indim durağa doğru yürüyorum. bugünkü metrobüs yolculuğumun bana getireceklerinden habersiz bir şekilde ilerliyorum. altgeçitten geçtim, pasoyu okuttum ve kalabalığa karışıyordum ki biri gözüme çarptı (!) yanından geçtim gittim ama aklım kaldı; hafif kır saçlı uzun boylu yakışıklı .... falan derken yanında geçtim gittim. metrobüs konusunda takıntılarım var. ön taraflarında durmam, illa ki arkaya doğru giderim. bu genç ön kapıda bekliyordu ve yeni kapıları açılmış olan araca da binmiyordu. neyse ben gittim arka kapıdan bindim, oturucak yer yok, körüğün arkasındaki boşlukta cam kenarına yaslanmış halde istifledim kendimi...


10 saniye. 10 saniye sonra arka taraftan bir anda biri geldi, tam önümde yan bir şekilde durdu. cama yaslandı, çantasını yere bıraktı, ceketinin fermuarını açtı ve bana baktı. o. yanından geçtiğim, ne olduğunu anlamadığım adam. kot pantolon giymişti, benim botlarımın siyah renginden vardı ayaklarında, siyah deri ceketi ve siyah çantası. hafif kırarmış saçlar, erkeksi yüz hatları ve iştah açıcı bir yüz ifadesi. kendi kendime gülümsedim. tam önümde olduğu için ben rahatlıkla onu süzebiliyorum ama onun bana bakabilmesi için sanki arkaya bakıyormuş havasını yaratıp çaktırmadan bana bakması lazım...


metrobüs hareket etti. sıra sıra bütün durakları geçtik. köprüye doğru iyice doldu içerisi, biz mecburen dip dibe durmak zorunda kaldık. parfüm. nasıl kokuyor erkeksi erkeksi... dayanılmaz... köprüyü geçiyoruz hafif kıpırdandı bizimkisi. bende o sırada dışarıya bakıyorum, istanbulumun güzel manzarasına... köprüyü geçtik. önünü kapattı, yavaşça kulağındaki kulaklıkları çıkarttı ve cebine koydu. anladım ki zincirlikuyuda inicek. önünü kapattı, kulaklıkları çıkardı, yerden çantasını aldı ve bana doğru eğildi (!) 


"benimle gel" dedi. "efendim?!" dedim. "benimle gel. bu durakta iniyorum. sen de benimle gel" dedi tekrardan. "nereye seninle geliyim. gelemem. nası yani?!" gibi salakça cevaplarla şoku üzerimden atmaya çalışıyorum o sırada.. "bir yere gidiyorum, sende benimle gel, lütfen" dedi. gülümsedim, gözlerine baktım, gerçekten onunla gitmemi istiyordu. tanımıyordu, tanımıyordum ama onunla gitmemi istiyordu. aniden, bir anda, daha afyonum anca patlarken, benim onunla gitmemi istedi. üstelik ona vermek zorunda kalacağım lanet cevabı bilmeden gelmemi istedi. "işe gidiyorum, gelemem ki" diyebildim sadece mal gibi yüzüne bakarak. gülümsedi "o zaman elveda" diyerek durmak üzere olan metrobüs kapısına doğru ilerlemeye çalıştı kalabalıkta ve indi. 


mal gibi kaldım. neye uğradığımı şaşırdım. "bu neydi amk(!)" diyebildim kendime sadece. kafamı yukarı çevirdim ve içimden "sınıyorsun beni amk" dedim. sonra farketmediğim bir şeyi farkettim; etrafımdaki herkes bana bakıyordu. büyük ihtimalle çocuk bana soruyu sorduğunda bakmaya başlamışlardı ama bende nerde onları görebilecek, farkedebilecek göz?! bana bakanların da afallamış hallerini üzerimde iyice hissederek çağlayan durağına kadar kafamı kaldıramadım. metrobüsten indiğimde soğuk havanın yüzüme çarpmasıyla iyice sabah sabah sikilmiş bir beyinle işe doğru yürüdüm...


bu başıma gelen olmaması gereken zamanlarda yaşadığım üçüncü sınanmam. gitmek istedim. merak ettim gitseydim acaba neler olabilirdi. belki başıma bir iş gelirdi, belki film tadında bir zaman dilimi... kim bilebilir ki? bilemediğimiz için esasında kaçırdığımız fırsatların da farkına varamıyoruz ya. keşke gidebilseydim, engelim olmasaydı da gel dediğinde umursamazca inebilseydim metrobüsten. ne yalan söyliyim, içimde kaldı. çok güzeldi; kendi ayrı güzeldi, parfümü ayrı güzeldi, sesi ayrı güzeldi. çaktırmadan ellerine de baktım tabii. kabul edilebilir haldeydi... şansımı sikiim. elveda dedi gitti, bense mal gibi kaldım işte...